floranatolica
floranatolica
 
Ara Üye girişi DDbtn
-

10 Günde Hİspanya

Gamze Tuncer , 2009

Madrid / İspanya

Gamze ve Fikret Tuncer'in balayı notları
Bölüm 2. Madrid - Toledo Eveet, nerde kalmıştık...Kalipso ekibi olarak kalbimizi Sevilla´da bırakıp sabah erkenden hızlı tren ilen Madrid yollarına düşüyoruz. Madrid hakkındaki ilk izlenimlerimiz, çoğu Avrupa şehri gibi yemyeşil parklarla dolu, büyük caddelerinin kenarlarında sokak lambası gibi üzerinde sarkan pembe çiçekler olan saksılar dizili. İlk iş Prado müzesine yürüyoruz. Burası El Greco, Velasquez, Goya gibi ünlü ressamların eserlerinin yer aldığı çok büyük bir koleksiyona sahip. Heykel koleksiyonunu da içeren 100 civarı salon var. Resimler ağırlıklı olarak dini temaya sahip, sonuna doğru İsa´nın havarilerini, göğe yükselişinin envai çeşidini görmek biraz fazla geliyor...oradan çıktığımızda yürüyecek halimiz kalmıyor, zaten gezinin sonuna doğru pil şarj etme ihtiyacı sıklaşıyor, ayakkabılar ayaklara dar geliyor...Biraz dinlendikten sonra eski şehirin önemli merkezi olan Plaza Major´a gidiyoruz. Burası geniş ve cıvıl cıvıl bir meydan. Çevresinde üzerinde resimler ve kuleler bulunan binalar, büyük avluda sıra sıra biracılar kafeler var. Bu meydanda eskiden engizisyon mahkemeleri kurulur ve infazları da gerçekleştirilirmiş. Şimdi gayet eğlenceli bir ortama dönüşmüş...Buradaki hediyelik dükkanlarını ihya ettikten sonra (İspanya´dan çıkışta vergi iadesi alabilmeniz için 90 yuro üstünde alış veriş yapmanız gerekiyormuş...bilginize) el kol dolu, biraz Madrid dolaylarının tapaslarını tatmak için gözümüze bir yer kestiriyoruz. Sucuklu işkembe, patatesli omlet, sarımsaklı biberli mantar, ahtapot salatası, patates kızartması ve bira bira bira...yiyip içip güzelleşince el kol boşaltmak için otele yürüyoruz, lakin kayboluyoruz ara sokaklarda ve birden karşımıza Kürdistan Kebapçısı çıkıyor, bizimki hah soydaşlara bi yol soralım hele diyip giriyor içeri ama adamlarla herhangi bir dilde anlaşamıyor, el kol hareketleriyle tarif ediyor otelimizi adamlar. Zar zor buluyoruz yolumuzu, sonra bir şeyler içmek için dışarı çıkmaya karar veriyoruz. Şöyle dans filan edilen neşeli bir yer tarif ettiriyoruz resepsiyondaki gözümüzün çok tutmadığı adama. Lakin gidiyoruz ki bu mekan kapalı, taksiciden bir öneri istiyoruz o da bizi Garamond adında bir yere götürüyor. Giriyoruz güzel bir mekan, ışıklandırma filan hoş, içeride havuz ve küçük şelaleler var ferah bir mekan ve fakat bomboş, bir biz bir de barmenler...Heralde pek popüler bir yer değil, hem de hafta içi tabii diyoruz. Barmene soruyoruz niye bukadar tenha? Daha çok erken diyor, saat onbir. Biz coronitalarımızı içmeye başlıyoruz. Cips, fındık fıstık, patlamış mısır yok ama istersek elma filan var etrafta, birayla elma ne alakaysa...Hakikaten oniki gibi tek tük birileri gelmeye başlıyor, bir-birbuçuk gibi baya bir kalabalık oluyor. Müzik coşuyor, salsa türü kıvrak makamlarda çalmaya başlıyor. Dekolte kıyafeli bir kadın ve bir erkek yüksekçe bir yerde kıvrak dans gösterisine başlıyor. Benim de zaten istediğim böyle bir şeydi, latin müziği eşliğinde biraz kurt dökmek...Şaane...Saat iki, içerisi tıklım tıklım, herkez dans ediyor. Biz zaten yükümüzü baya bi almışken gayet cömert bir içki ikramı başlıyor, şampanya, ardından kremalı B52 ve tekila şatları...biz de reddedemiyoruz haliyle. Bir de üstüne üstlük yanımızdakilerden imrenip hazırlanması eğlenceli görünen kokteyllerden söylüyoruz...Sonrası, günlerdir yürümekten sürünen Gamze´nin içinden bir dansöz çıkıyor, olaya tam konsantre olamayan Fiko beni kesmiyor, ileride eğlenceki bir kız grubuna takılıp biraz da onlarla dans ediyorum, en son yüksekte dans eden kızın yanına çıkmaya niyetlenirken Fiko beni kolumdan çekiştiriyor ve biz sabah dörtte orayı terk ederken Madridliler hala tam gaz eğlenmeye devam ediyor. Bu arkadaşların hepsi işsiz mi? Yok değillerse sabah nassı kalkıp işe gider bunlar? Anlamıyoruz ama biz, hele de ben, ertesi gün baya bi sürünüyoruz...Ama olsun, ben kurtlarımın bi kısmından kurtulmuştum, felekten bir gece çalmıştık. Neyse öğlene doğru biraz enerji toplanıyor, kraliyet sarayına gidilecek. Şimdiki kral aslında burada yaşamıyormuş, şehir dışında daha mütevazi bir sarayda oturuyormuş. Burası da müze konumunda imiş. Fikomun elinde harita, fekat kendisi zaten yol bulma özürlüyken kafa dumanlı olunca süper olmuş durumda, bende zaten hayır kalmamış. Uzun bir kaybolma durumundan sonra sarayı buluyoruz. İhtişamlı bir yapı, rokoko tarzı mimaride imiş, yani altın yaldızlı bol süslemeli bir yer. Flaş kullanmak yine yasak, bizdeki gibi parti filan yapılmıyor heraldeki halılara basmak da yasak. Kordonlarla sınırlandırılmış ve üstü halı kaplı bir yolu takip eerek geziyorsunuz çoğu mekanı. İçeride bir sürü salon, buralarda birçok kolleksiyon var. Ecza malzemeleri, şifalı maddelerin saklandığı süslü şişeler, ilaç üretimi yapılan kimyevi mekanlar, cadı kazanı gibi büyük havanlar, diğer tarafta silah ve zırh kolleksiyonları. Zırhlar özellikle ilgimizi çekti, askerlerin açık yeri kalmıyormuş, savaşta ölme nedenleri zırhın altında ezilmek filan olabilir, zira kurşun/kılıç işleyecek yerleri yok. Başka ülkelerin askerlerinin de korunma giysilerini koymuşlar, Osmanlılarınki bir tek kafayı koruyor, bir de kalkan var, aslanlarımız yalınkılıç bu demir yığınlarının üstüne yürüyormuş demekki.... Saraydan çıkıyoruz, bugün dün geceden kalma durumu nedeniyle zaten azalmış olan pil iyice bitmiş durumda, benim her zamanki gibi açlıktan gözüm dönmüş, acele bişey yemem lazım panikteyim, Fikonun uzaylı olduğuna kanaat getiriyorum, kahvaltı etmiyor, öğlen yemeği yemiyor, akşamüstü gibi yeme ihtiyacı hissetmeye başlıyor ama yemese de olur şeklinde?? Saraya yakın bir parkın yanında oriental meydan diye bir yerde oturup ispanyol sandiviçi atıştırıp coronita içiyoruz, el titremem biraz geçiyor. Otele dönerken Nemrut kebapçısını görüyoruz. Canımız ayran çekiyor, orada da bi dönerli sandviç eşliğinde ayran içip Avrupa futbol kupasında İspanya´nın bir maçını seyrederek akşamı ediyoruz... Ertesi gün bir saatlik mesafede eski başkent olan ve bize çok methedilen Toledo´ya gideceğiz. Yine Öz Toledo seyahat gibi saat başı kalkan otobüslerden birine biniyoruz. Toledo son derece sevimli bir mekan. Ara sokakları film seti gibi. Sevilla´daki gibi binalar süslü, çoğunlukla taş, balkonları seramikli ve çiçekli, sokaklar dar ve arnavut kaldırımlı, adım başı bir tarihi eser. Şehri gezmeye mühim bir dini anlama sahip olan katedralden başlıyoruz. Burada Papalığın izniyle vizigot törenleri yapılıyormuş...Yine gotik mimaride, virtayları çok güzel. Koro mahalli görülmeye değer. Birinci sıradaki tahta koltukların arkalıklarında Granada´nın düşüşünü simgeleyen resimler, ikinci sıradaki koltukların arkalıklarında ise neden olduğunu anlayamadığımız Tevrat´tan sahneler var. Yine mühüm şahsiyetlere ait şapeller filan var, artık gözümüz bunlara alışmış durumda. Burada hoş olan detaylar kolonların hepsinde güzel ikonların oluşu, bir de El Greco ve Goya´nın resimlerinin bulunduğu salonlar idi...Katedralin bir kısmı renove ediliyordu o nedenle gezemedik. Toledo´da hummalı renovasyon çalışmaları var idi. Alcazar isimli kaleyi gezmek istiyoruz burası da tamirat nedeniyle kapalı. Museo de Santa Cruz isimli sanat müzesini geziyoruz. Burası hayrettir bedava, netekim Madrid-Toledo otobüs bileti kişi başı 4 öyro, katedral girişi ise 5.5 öyro idi. Şehrin en önemli güzel sanatlar kolleksiyonu burada, Flanderlerden kalmış bir kaç goblen var. Canlı renkleriyle en önemlisi de 15. yüzyıla ait zodyak gobleni imiş, hakikaten hoş. Sonrasında sokak aralarında yürüyoruz, yine önemli kiliselerden San Tome civarına gidiyoruz, orada bir kafede biraz dinlenip Toledo´nun özelliği olan Şam işi el yapımı kokteyl çatalları ve altın kakmalı takı eşyaları bakınıyoruz. Hediyelik eşya satan dükkanlarda çok farklı fiyatlar var, ara sokaklardaki yerel imalathanelerde hem daha çok çeşit hem de daha düşük fiyat olduğunu fark ediyoruz. Toledo´da Müslümanlardan kalma tek eser olan MS 1000´e ait Ermita del Cristo de la Luz camisine gidiyoruz. Kilise gezmekten fenalaşmış olan Fiko burada mes´uud oluyor. Şehrin mühüm giriş kapılarından birini de ziyaret edip Madrid merkeze geri dönüyoruz. Akşam son bir kez meşhur pilav Payellayı yerinde yemek için daha önceden bize önerilmiş olan Champaigne y Payella restoranına rezervasyon yaptırıyoruz (yer bulmak zor oluyormuş). Burası ara sokaklarda, girişi gayet sıradan görünen bir restoran. İçerisi ise çok hoş ve iç açıcı düzenlenmiş, gizli bir bahçe, garsonlar işlerinin gayet ehli, pilav geleneksel bir şekilde kocaman bir tavada geliyor şimdiye kadar yediklerimizin en güzeli, sangria da çok güzel. Saat 10 gibi dolmaya başlıyor, malum İspanyollar geç yemeyi ve içmeyi seviyorlar. Mes´uduz, çatlayana kadar yiyoruz. Sonunda vanilyalı tatlı ile gelen tatlı şarabı da cam ibrik gibi bir şişeden boğaza dökerek (adeti böyleymiş) içiyoruz. Sonra gerilen göbeklerimizi biraz rahatlatmak için yürüyoruz. Şehir cıvıl cıvıl, bir konser filan görmek umuduyla Plaza Major´a yürüyoruz. Malesef konser yok, ama münferit çalgıcılar her zamanki gibi mevcut. Fiko memlekete dönünce bir kaval alıp Sakarya´da bu işi yapmaya karar veriyor. Tam döneceğimiz sırada Tayland´lı birkaç tip yakamıza yapışıyorlar. Tutturabildiklerine masaj yapıyorlar, tabii tutturabildikleri fiyata...Ben elleri temizmidir diye kıllanıp kenara çekiliyorum. Boynundan yana özürlü olan Fiko oturuyor adamın birinin önüne. Adam bizimkini 5 öyrodan 10 dakika tartaklıyor. Yorum: fen´a değil, arızalı noktaları bulmuş ve rahatlatmış. E, ben de yaptırayım o taktirde? Olmaz, öyle elin adamına oramı buramı elletmem mübah değil...E iyi, otele düşüyoruz. Ertesi gün toparlanıp Madrid iline ve Hispanya´ya adios diyor memlekete dönüyoruz... Türkiyeem Türkiyeem cennetiiimm......J